pembe tavşanın izinde

IMG_0818

Sabah yürüyüşü, sokaklar, süzme yoğurt alma bahanesiyle sabahın dokuzunda sokağa çıkıp güneş bulutların arkasına girinceye kadar dolaşmak altında. Mazlum ve Osman’a benzeyen iki köpeği yakalamaya çalışmak kamerayla, onların yolunu izlemek. Onları değil de girdikleri sokağı yakalamak, ordaki koca kavak ağacını. Hemen dibindeki yeni dikilmiş menekşeyle bir mezar taşını. Arka bahçeler. Ar(k)a bahçeler. Yerevan’ın ara bahçeleri. Kemer altlarından girilen bu sokaklar şehirde en çok ilgimi çeken yerler. Gündelik hayattan izler gördüğüm, en yaşayan yerler. Birinden girince bugün, tanıdık bir koku duydum, belki önümden geçip giden kadının parfümü.  Ara sokaklarda bakkallar, varlığını kokusuyla hissettiren fırınlar. Gizli saklı yerlerdeki küçük dükkanlar şaşırtıcı geliyor, şehrin anacaddelerine kurulan, fark etmemenin neredeyse imkansız olduğu alışveriş merkezlerine, mağazaların ben burdayım diyen tabelalarına alışmış olunca. Bu küçük dükkanlarsa anacaddeleri değişmeye başlamış bu şehrin eski halini, eski alışkanlıklarını tutuyorlar varlıklarıyla.

IMG_1079.JPG

IMG_0961

Kendilerini göstermeye, insanlara alışverişi hatırlatmaya çalışmıyorlar (kokularıyla kendilerine çeken fırınları bilemiyorum tabii :), ihtiyaç halinde oradalar, evde limon bittiyse hemen inip alabileceğin mesafede duruyorlar. Yereller, ara bahçelere özeller, oranınlar, tanıdıklar. Birkaç blok insanın yerleriler daha çok bir de oradan geçiverenlerin. Müşterisi az, kendi küçük, kendi halinde. Süpermarketlerse anacaddelere konumlanmış. En çok insanın geçtiği, en görünen, en hızlı geçilen yerlere. Anacaddelerden hızlıca yürüyorum, aklımda düşüncelerle. Bu ara sokaklarsa yürüyüşümü yavaşlatıyor, yolumu uzatıyor, düşüncelerimi kendilerine çekiyorlar.

IMG_0974

IMG_1058

IMG_0970

IMG_1007

Ara sokaklarda dolaşıp kameramı ilgimi çeken şeylere yöneltirken, seslerin önemini fark ediyorum. Ben bir kareye yoğunlaşmış onu çekerken bir perdenin açılış sesiyle değişiyor kadrajım, güneş düşmüş balkona çamaşır asan kadını görüyorum. Bir sokağı çekerken arkamdan yaklaşan ayak seslerini duyuyorum, önümden geçecek kişiye hazırlıyorum kameramı. Değişik bir kuş sesi duyuyorum, belki bir baykuş, yükseklerde kuşu arayan gözlerin kuş yerine, tuhaf bir biçimde binanın duvarına asılmış bir sandalyeyle karşılaşıyor. Görüp dinleyince o kadar çok şey var ki şehirde yolunu kaybedebilir insan. Ben çoğu zaman güneşi, ışığını takip ediyorum. Fotoğraf da ışığın çizdiği anlamına gelmiyor mu zaten?

IMG_1005

IMG_1038.JPG

Işık düşen hikayeleri çekiyorum öyle olunca. Çoğu zaman ışık uyandırıyor içimde birşeyleri. Sokak başındaki binaya düşen ışık beni o sokağa çekiveriyor beni derken ışık düşen  balkondaki yaşlı amcayı izlerken buluyorum kendimi. Orada, karşımda durup bana bakıyor, artık kameramı insanlara doğrultmaktan çekinmiyorum. Kendimi kamerasını onlara doğrultan bir an avcısı gibi değil, kamerayla onlarla iletişim kurma ihtimalini arayan biri gibi hissediyorum. Bu yıllarca aklımda bir soru olarak duran, yer yer kendini suçlu hissettiren gözetleyici olma duygusundan kurtarıyor. İletişime geçme isteği beni o ana dahil ediyor ve beni dış kapının iç mandalı yapıyor. Bu değişim benim için önemli bir yerde duruyor. İnsanları çekmeye çekinmek, onlardan kaçar gibi, onları yakalamak ister gibi çekmemek için çekmeye yeltenmemek halinden çıkarıyor. Kamerayı onlara doğrultuyor ve tepkileriyle yüzleşmeye başlıyorum. Bazen bir muhabbet başlangıcı oluyor bu tepki, bazen bir sırtını dönüş. İki halde de iletişime geçmiş oluyoruz. Bir anı yakalayıcermek yerine o anda biraz daha oyalanıyorum. Balkondaki ipe asılmış yeişl bezi tekrar tekrar düzelten amcayla bakışıyoruz kamera aracılığıyla. Bana mı yoksa kameraya mı bakıyor? El sallıyorum, kaçmıyor, buradalığımı ona bakmakta olduğumu inkar etmiyorum. Hemen yanındaki kadını ise ancak fotoğrafa baktığımda fark ediyorum. Fotoğraf çekildikten sonra da şaşırtmaya devam ediyor.

IMG_1021

IMG_1028

Bu fotoğraflardaki hikayeler kime ait bilmiyorum. Ben mi kuruyorum onları yoksa ışık mı? Bu yazı benim hikayem mi yoksa bu şehrin mi? Bu fotoğraf bu amcanın hikayesi mi, ama ışık olmasa çekmezdim bu fotoğrafı, o zaman ışığa mı ait bu hikaye? Neden aitlik üzerinden bir ilişki kuruyoruz her şeyle? Bir şeyler bir şeylere ait mi gerçekten? Nasıl varıyoruz bunun ayrımına, nasıl karar veriyoruz neyin kime ait olduğuna? Çizdiğimiz sınırlar mı bize ait yapıyor bir şeyleri, insanların, mekanların etrafına çizdiğimiz sınırlar. Sınırın içinde farklı, dışında farklı mı oluyor kurduğumuz ilişkiler. Bir insan sınırımızın içinde kalıyorsa yakın, dışında kalıyorsa uzak mı oluyor? Tavrımızı bu çizdiğimiz sınır mı belirliyor? Diğer bir yandan danslar mesela, ırk isimleriyle adlandırıyoruz onları. Bir şeyi adlandırmak onu senin yapıyor. Belki de bu yüzden ismi olmamalıydı bu yazının. Sahiplenmek, benim demek ilişki kurmanın garip bir hali. Seni bir üst basamağa yerleştirirken birden dünya senin oluveriyor. Ne bir kedinin önemi kalıyor ne yol ortasında kalmış bir ağacın. Şehirlere insanlara ait çünkü, onlar dışındakiler şehrin dekorları olarak kalıyor. Yol kenarlarına serpiştiriliyor ağaçlarla çiçekler; dalları insanın güneşini engelliyorsa kesiliyor, köpekler sorun yaratmaya başladıklarında zehirleniyor. İnsanlar da öyle tabii. Korunaklı alanlarımız var, evlerimizde korunuyoruz birbirimizden, güneşten ve yağmurdan yalıtıyoruz kendimizi.

IMG_1076.JPG

Bu kaçmama, insanlara kamerayı doğrultma halinin burada, Ermenistan’da gelmiş olması da önemli bir yerde benim için. Bu hali bana yaşatan iletişim kurma isteği, dillerini öğrendikçe onlarla konuşabilmem, artık yalnızca bir görüntü olmamaları ( tabii yalnızca sözsel iletişim değil kastettiğim) benim için, aksine hikayelere dönüşmesi her birinin. Görüntü, hikaye, yine aynı çemberin içine düşüyor, insanları bu sefer de görüntü yerine hikayelere dönüştüren biri haline mi geliyorum şimdi de? Bir oyun, bir çocuk oyunu hissiyle geliyor bu hal. Köpekleri, insanları, ışığı takip ederek bir oyun kuruyorum ve sunuyorum bu oyunu. Bir neden bulmalı mıyım bu oyuna? Türkiye’ye döndüğümde de devam edecek mi bu hal? Yoksa burada yabancı olmam mı kolaylaştırıyor işimi? Yabancı olduğum için mi ilginç pencere parmaklıkları hep ve her köşebaşı, her insan? Bilmiyorum, düşünceler o anda olan olaylarla, seslerle, görüntülerle birlikte geliyor. Benimle yürüyor; yazarken, yemek yaparken gelişiveriyor fikirler, kervan yolda düzülüyor, yazı sokakta kuruluyor. Kendimi eve, odama kapattığım soğuk kış aylarında aklıma gelmeyen fikirler, arkadaşlarımın çatkapı ziyarete gelmesinin hemen öncesinde bakkalın önünden geçerken alıverdiğim topla, birlikte oynadığımızda şekilleniyor. Hayat yaşarken yaşanıyor. Çınar der ki hep “Hadi ha yenirken yenir” bu sözle birlikte çok yiyor olmanın pişmanlığı ortadan kalkar, suçluluk sofra içinde eşitçe paylaştırılır. Yaşanırken yaşanır. Her şeyi aklayabilecek, tehlikeli bir cümle yine de bu. Her şey bize, nasıl baktığımıza bağlı işte. Yorumu biz yaratıyoruz, anlamı biz kuruyor ve biz eyliyoruz. Sonra bazen kaçıyoruz sonuçlarından. Fotoğrafı çekip olay mahallini terk ediyoruz, fotoğrafın öznesine karşı hissettiğimiz suçluluktan. İletişim kurmaya başlayınca, sadece almak değil vermek de olunca o anda, çözülüyor bu his ve bir muhabbeti başlatıyor kimi zaman. Muhabbet bazen öyle bir yere götürüyor ki kahvaltı öğleden sonrasına kalıyor ve bir evin bir katında içilen bir kahvenin kırk yılı hatrı mı oluyor?

IMG_1061.JPG

IMG_1055

IMG_1085

IMG_1066

IMG_1068

IMG_1086

Durup şehri izleyince, aynı sokaklardan geçince insanları, mekanı tanıyor insan. Durup elindeki garip boruyu çeşmeye geçirip su içmesiyle dikkatimi çeken, elinde kovayla yürümeye devam eden kadının çiçekçi olduğunu anlıyorum oradan tekrar geçince. Tanıdık bir eve çıkarıyor ara bahçeler seni, toplanmış ve yeni asılmış çamaşırları fark etmeye başlıyorsun. Sürekli çamaşır mı yıkıyor bu Yerevan halkı? Pembe tavşanlı merak ettiğim bu eve davet edilecek miyim bir gün?

IMG_1046

IMG_1051

Niye hep yaşlı amcalar var fotoğraflarda bilmiyorum. Almanya’da da hep yaşlı teyzeler giriyordu kadrajıma.

 

 

pembe tavşanın izinde

Leave a comment