Ermenistan’daki son iki haftamda Alize’nin yeni taşındığı evinde kaldım. Birlikte taşındık bir gece vakti. Ben daha eski evime hoşçakal demeye fırsat bulamadan. Neyse ki önceki gece kayısı ağacıyla vedalaşmıştım.
Yeni taşındığımız apartmanın girişi bana aylar öncesinde rüyamda gördüğüm labirent gibi bir apartmanı anımsattı. Anımsatmaktan da öte o rüyadaki hisleri yaşattı girdiğim andan itibaren ve bir süre sürdü bu. Taşınana kadar evden ayrılacak olmanın burukluğu vardı üstümde. Ama dış cephesi, camları kırık dökük eski Sovyet apartmanımıza taşınır taşınmaz o burukluk yerini yeninin heyecanına bıraktı. O gece, nasıl bir yerde nasıl bir sabaha uyanacağımızın merakıyla uyuduk.
İşte böyle bir sabaha uyandım sabahın altısında, ışıklar yeniden uyumama izin vermezken acaba pencerelerden hangi manzaraları göreceğim, acaba ışık hangi odaya nasıl vuruyor diye tüm odaları gezdim makinemle. Sokaklarda gezerken hep dışarıdan çektiğim evlerin içinde olmanın heyecanıyla.
Yerevan’daki son günlerimde bir yandan daha önce ismini çok duyup gitmeyi düşünüp de gitmediğim yerlere gitsem diye düşünürken bir yandan da Yerevan’da kalmak sokakları sakin sakin yürümek, bir bankta oturmak, sonra kalkıp başka bir yerde durmak, şehire uzun uzun hoşçakal demek istiyordum. Bu yeni eve taşınınca özellikle ikincisi çok daha ağır basan bir his oldu. Yeni mahalleden ayrılasım gelmiyordu hiç. Bir çocuk heyecanıyla yeni mahallemizi keşfetmek istiyordum. Pedro da ne yapmak istiyorsun Yerevan’daki son günlerinde diye sormuştu, sokaklarda gezmek demiştim ona da o zaman. Eski kitabeler müzesi Matenadaran’ı görme çabalarım ise sonuçsuz kaldı, sokaklar beni bırakmadı, önü turist otobüsleriyle dolu müzenin önünden dönüp Kyle’ın güneşli balkonuna gitmeyi tercih ettim. Neyse ki tarih müzesine gitmeyi başardım, Sona’yla sürünerek çıkacak kıvama gelmiş olsak da sonunda. Çünkü o kadar çok kat, o kadar çok nesne, o kadar çok ki her şey, sanki tüm enerjimi alıyorlar. Özellikle Ulusal Sanat Galerisi’ndeki yüzlerce resim. Bakmaktan yoruluyorum bu kadarı bana yeter diye düşünüyorum ama bir yandan da müzeye gelip bilet almışken hepsini gezmeliyim hissinde son kısımları hızlıca “görerek” bitiriyorum gezimi. Belki tek başınayken gördüğümde etkileneceğim bir resim o kadar resmin arasında bana hiçbir şey hissettirmiyor. Müzede en çok ilgimi çeken çalışanlar. Çalışanların hepsi orta yaşlı kadınlar, oturup örgü örüyordu birkaçı. Neden hepsi kadın çalışanların diye sordum Sona’ya. Çünkü az para veriyorlar, kadın işi bu daha çok, erkekler bu parayla ev geçindiremezler diye yanıtladı.
Bahçemiz yok diye üzülüyordum ama evin hemen önünde bir tepe vardı, kavakların sıralandığı. Son gün kahvaltısını orada yaptık sonradan. İlk dikkatimi çeken şey de bu tepeydi, tepeye çıkınca birden Sis ve Masis’i gördüm karşımda. Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı’nın isimleri bunlar. Sis küçüğü. Hiç beklemiyorken birden karşımda görünce kalakaldım. Bir adam aşağıda o topluyordu, merak ettim ne topluyor diye, gidip sorsam mı diye düşünürken gidip soruverdim. Teluk topluyormuş, lezzetliymiş çok şimdi tam zamanıymış. Ben de semizotu diye semizotunun daha irisi gibi görünen bitkilerden toplamıştım. Ben de bunlardan topladım dedim, o yenmez ki tadı kötü dedi. Aa biz yiyoruz bunları dedim ama tabii coğrafya farkı, sonra cahillik. Tadına baktım gerçekten kötüymüş (Bilmediğin bitkinin tadına bakmak akıl karı değil tabii.) sonra hepsini atmam gerekti, biraz teluk topladım, sonra onlar buzdolabından kullanılmadan kaldı. Sonra yine azıcık topladım yine öyle kaldı. Yani hiç teluğun tadına bakamadım. Çünkü birşeyleri hemen o anda yapmazsan bazen hiç yapamayabiliyorsun. Fotoğraf bana öğretmişti bunu ne zaman önce. Aynı fotoğrafı sonradan çekmek diye bir şey yok çünkü. O an, o anda ve her an değişiyor. Neyse sonra her zaman gittiğim pazara giden en kısa yolu bulmaya çalıştım, Alize çok yakın olduğunu söylemişti evimizin pazara. En kısa yolu bulamadım baya dolaştım sokaklarda.
Apartmana giden sokakların birinde bir bank var. Mor pardesüsü, kısa beyaz saçlarıyla yaşlı bir teyze hep aynı bankta oturuyor. Bir gün evden çıkarken görmüştüm onu, bankta oturuyor belki ayaklarını sallıyordu. Yanında bir toprak yığını ve onla oynayan küçük bir kız çocuğuyla. Birkaç saat dışarıda vakit geçirip yine mahallemize geldiğimde kadın da çocuk da hala aynı yerde aynı eylemlerindeydiler. Zaman yavaşlamış sanki bu bankta. Onları görünce yaşam sevinci dolmuştu içime. Öyle bankta oturayım, örgü öreyim, suluboya yapayım, mahallede takılayım, yaşayayım istemiştim. Bir gün teyze yine bankta otururken yanına gittim. Her zaman bu bankta oturuyorsun diye muhabbet açmaya. Hermine’ymiş ismi, 80 yaşındaymış. Bankta oturmayı seviyormuş. Sonra bir gün kamerayla yaklaştım çekebilir miyim diye, gazeteyle kapadı yüzünü. Tamam çekmiyorum istemiyorsan dedim hiç cevap vermedi, küsmüş bir çocuk gibi konuşmadı benimle. Üzüldüm öyle olmasına.
Mahalleden pazara giderken arasokaklarda bir ev gördüm, çiçekli demirleri olan. Dikkatimi çekti o ev, sonra başka bir gün yine aynı yerden geçerken, evde yaşayan adamı gördüm, oturmuştu evinin önüne. Hoşuma gitti ilgimi çeken bir evde kimin yaşadığını görebilmek. Mahallede vakit geçirdikçe mahalle, evler, insanlar kendini açıyor sana, tanıdık oluyor. Tanıdık olmayı seviyorum. Ara sokaklarda tavla oynayan amcalarla bile tanıdık olurdum belki daha fazla kalsaydım orada. Evimizi tarif edemediğim için evi bulamayan Pedro’yu ararken sokaklarda tam 3 kez geçtim o adamın önünden, artık son geçişimde gülmekten alıkoyamadım kendimi. Benim halime o da gülüyor mu acaba diye.
Hiç gidecekmişim gibi hissetmiyordum Yerevan’dan, Yerevan’ın başka mekanlarını keşfedip onun bir başka yüzünü daha görüyordum. Mesela önceden bizim olduğumuz mahalleden pazara gidince pazar daha farklı bir çevre gibi geliyordu, oysa bu evden gidince pazara, pazar sanki farklı bir yer değil de o sokakların, o mahallenin devamıymış gibi oluyordu.
Bir gün Gümrü’ye gittik dans performansımızla. Oldukça az olan seyircilerimize açık havada performansımızı sunduk. Butik sanat oteli ve galeri olan bir yerde, Berlin Art Hotel’de. Bahçeye bitişik evler vardı, oradan da izliyorlardı bizi. Bahçede çocuklar koşuşturuyordu, sevinmiştik, hiç ses etmeyip performansımıza başlayalım demiştik ama sonra çocukları uzaklaştırdılar alandan. O akşam dönsem mi Gümrü’de mi kalsam diye kararsız kalıp kalmaya karar verdim son anda. Böylece Daron’u bir kez daha görüp Anna’ya yeniden misafir oldum. Daron konser salonu, bar ve insanları ağırlamak için kullandıkları evi değiştirip koca bir bina almışlar yıkık dökük, orayı güzelce düzenleyeceklermiş. Facebook’tan gördüğüm kadarıyla bir kısmını hostel yapmışlar bile.
O akşam Mariam aradı, onun tatil günleri belli olmuyor, birlikte onun en sevdiği yerlerden birine Lastiver’e gitmek istiyorduk ben ayrılmadan. Yerevan’da olmadığımı duyunca üzülecekti ki ben buradan da gelirim dedim. Ulaşım zormuş, tek araç yokmuş, arkadaşları zor gidebileceğimi söylemişler. Ben de yola çıkarsam gelirim bir şekilde dedim ve ertesi gün önce en yakın büyük şehir Vanadzor’a giden bir minibüse bindim. Ama minibüsün kalkışı bir saat ertelendi yolcu olmadığı için, bizim de vaktimiz az olunca ver elini otostop dedim. Amcaların hayır çok zor, buradan olmaz demelerine karşın 3 saatte gideceğim yere vardım, direk arabayla belki 2 saat olurdu bu yol. Yalnızca Ermenice olunca karşımdakinin bildiği dil baya konuşabiliyoruz, İngilizce de biliyorsa öyle olmuyor. Çünkü hemen kolaya kaçıp ona dönüveriyor biri 🙂 Bir amca Türkiye’den geldiğimi duyunca Ne var Ne yok dedi ve ben performansımıza çok doğru bir isim seçtiğimizi anladım. Doğaya yakın olmayı özlemişim çok, renk renk çiçekler, atlar, çayırlar. Lastiver nehir kıyısında bir kamp alanı aslında. Kendi elleriyle yapmışlar kulübeleri, masaları, tüm ahşap yerleri. Devletten izinsiz kaçak kurulan bir yermiş burası, kimsenin arazisi değil. Henüz devlet birşey dememiş, dokunmamış.
Özlemişiz çayırları.
Başka bir gün Areni’ye gittim, aylardır ertelediğim bir arkadaşımın arkadaşının evine diye. Oysa butik otele çevrilmiş bir evmiş burası. Beklediğim bu değildiyse de yine de etrafta dolandım, mutfağa girmek için fırsat kolladım. Misafir değilim ki ben, yaşayanlarla ilişki kurmak onları izlemek, iletişim kurmak istiyorum. Geçen gün Murat ve bisikletiyle yürürken bisiklete binesim gelmişti de binmemiştim, Areni’de köyde bisiklet sürdük David’le akşam, çok özlemişim bisikleti, bir yıl olmuş binmeyeli. Ertesi gün David’le yakındaki bakkala gidip lavaş siparişi verdik, öbür bakkaldan bir şeyler aldık, hemen biraz ilerideki kasaptan et aldık, kasabın kimbilir ne zamandır sürekli tekrarladığı hareketlerini izledim, etleri askıdan alması, doğraması, baharatlaması. Her şey hemen aynı sokaktan alınıyor, ne kadar yakın. Uzak tepelerden Nahçıvan’daki gölü gördük akşama doğru. David’in benim bahçem dediği kayalığa gittik, orayı satın almış, bir kamp alanı kurmak istiyormuş ileride. Biraz ağaç dikmelisin dedim buraya, gölgesinde oturulur. Dikmiş, daha çok küçükler. Elektrik, su getirmesi gerekiyormuş. Areni şaraplarıyla ünlü turistik bir köy. Bir şarap fabrikası var, fabrika diyorlar ama küçük bir yer, şarapların yapıldığı, pek fabrika demezdim oraya. Neyse orası David’lerin amcasının yeriymiş, orada bir çay içelim demiştik, bir sofraya misafir olduk. Tur getiren bir şoför, orada yaşayan biraz Türkçe, biraz Almanca bilen ve benimle Türkçe konuşan, konuştuğuna sevinen adam ve yine köyden başka bir adamın masasına. Biraz Türkçe, biraz Ermenice, ne çok şey hissettim o masada da şimdi uçup gitmişler. Ayrılırken teşekkürler dedi adam sen Türkiye’den gelmişsin bu dili öğrenmişsin, ailenle birlikte çok yaşa dedi 🙂 Azeri Türkçe’siydi konuştuğu. Onu da sormuştu bu benim konuştuğum ne şimdi diye.
Son günlerde pazara uğradım hoşçakal demek için satıcılara, çektiğim fotoğrafları verince pazar yerinde bir hareketlilik oldu, birbirine fotoğraf göstermeceler, bakayım o neymişler. Ne zaman geleceksin tekrar soruları. Çok zaman geçince üzerinden geçiştirmeli de oluyor yazılar, duyguların üzerinden zaman geçtikçe silikleşiyor. Nişanlar’ın komşusunun bahçesinde yaptığımız mangal, Pedro’yla son şehir gezmeleri, Sona’yla tarih müzesine girip tüm enerjimi vererek çıkma hallerimiz, Alize’nin keşfi yıkık dökük binaya düzenlediğimiz, çocuk çetesi gibi olduğumuzu hissettiğim gezi. Bulduğumuz ganimetler sonra benim başka bir ülkede olsam hiç düşünmeyeceğim ama burada olduğum için düşündüğüm şimdi ben bir Türk olarak bu eski Ermeni evinden bu tabağı ve bu kitapları alıyorum, düşüncelerine dalmam sonra Kyle’ın yok bunda bir sorun demesiyle kendime gelmem.
Son günlerimin birinde bir büyük kahvaltı düzenledik eski evimin bahçesinde. Benim alternatif sağlıklı tariflerimin yoğunlukta olduğu, Alize’nin mükemmel bir tatlı yaptığı, gelen bir amcanın bahçedeki yabani otları yolup lavaşın içinde kızartarak çok lezzetli bir yemek yarattığı, Sona’nın annesinin domatesli ama bibersiz menemenini yediğimiz güneşli güzel bir pazar sabahı mıydı? Gelenlerden tohum istemiştim, gelecekteki bahçem için, bostancısın tabii o yüzden deyince biri aaa doğru bunu düşünmemiştim dedim. Birlikte bir de kiraz ağacı diktik. Ermenice’de keraz diyorlar kiraza. Neşeli bir sabahımız oldu birlikte, güzel bir hoşçakal oldu, Armenuhi bana nar şeklinde bir kolye hediye etti ve sonra Mariam de yine nar şeklinde başka bir kolye. Nar meşhur biliyorsunuz, tarih müzesindeki kabartmalarda da gördüm ki oldukça uzun bir geçmişi var.
Artık uçabiliyorum.
Çok az kişi beni ciddiye alıp tohum getirmiş.
ve son olarak;
İlk günümden itibaren beni bir anne gibi sarıp her şeye koşturan Armenuhi’ye,
Benim şehirle bağlantımı güçlendiren, birçok insanla tanıştıran Nişan’a,
Hiç farkında olmadan benim kendimi insanlara daha çok açmamı ve daha çok “evde” hissetmemi sağlayan Pedro’ya,
Yaşama halini sevdiğim Sona’ya,
Artık ne kadar benzediğimize şaşmadığım Alize’ye,
Projemde ne yapacağım telaşındayken her şeyin yolunda olduğuna beni ikna eden Hasmik’e,
Geçirdiğim güzel dans çalışmaları için Baardia Dans Labaratuvarına,
Beni sıcak gülüşü ve bitmez enerjisiyle saran Mariam’e,
Projeye heyecanıyla beni de heyecanlandıran Nina’ya,
Sarılışı, bakışıyla verdiği enerji için Vanuhi’ye,
Gülüşü için Aram’a,
Hikayesini paylaşıp, hikayesinden ürettiğimiz film başlangıcıyla ve anlattığı her şeyle beni yeni fikirlere, heyecanlara açan Kyle’a,
Sıcak aile hissi için Daron ve ailesine,
Yardımsever ve samimi, bazen enerjim olmadığından az konuştuğum komşumuz Manuk’a,
Sokakta dans etme isteğimi birlikte gerçekleştirdiğim Murat’a,
Ica’yı kurduğu için Nazareth’e ve yaşatmaya yardımı için Anna’ya,
Pazar rutinimi güzelleştiren pazar satıcılarına, Artak’a,
40 yıllık aile şarkı kayıtlarını dinlediğimiz güzel akşam için Sevan ve ailesine,
Annesinin güzel kekleri için Anna’ya 🙂
Bana öğrettiği her şey için Ermenice öğretmenim Ruzanna’a,
Tripoddan amuda kalkmama yardım ettiği için Nune’a,
Otostopta bizi araçlarına alan sürücülere,
İlk ev arkadaşlarım, şehrin kritik noktalarını bana öğreten, güzel kalpli insanlar Cafer ve bana piyano öğretme adımları atan Taina’ya,
Yolda jonglörlük yaparken görüp beni gülümseten, sonra tesadüfen bir süre ev arkadaşım oluveren Ezequiel’e,
Kütüphanesini, evini bana açan Aykan’a,
Dans derslerine çok şey katan Hayk’a,
Çok zaman geçirdiğim, beni taşıyan bahçedeki kayısı ağacına,
Beni hiç yalnız bırakmayan, dolunayda ışığını yatağıma gönderen Ay’a,
Daha burada adını yazmadığım tanışık olduğum insanların hepsine,
Palyaço kadınlara,
Beni köylere götüren Harun, Osman ve Dilan’a,
Sokakta durup da konuştuğum, konuştukça yaşam enerjimi yükselten insanlara,
Bana programdan bahseden Şeyma’ya,
Gitmemde özellikle ısrarcı olan Elşen ve Gökçen’e,
Yerevan hakkındaki ilk fikirlerimi edindiren Günce’ye,
Performansa taa Tiflis’ten gelen Selma’ya ve Dilijan’dan gelen aynı liseden olduğumuzu fark ettiğimiz öğrenci grubuna,
Yazılarımı okuyanlara ve bazen bana cesaretlendirici yorumlar yazan ve galiba saatlerimi bu bloga vererek iyi bir şey yapıyorum dedirten arkadaşlarıma,
Artık daha az ee artık çalışmayacak mısın doğru düzgün bir işte diye soran aileme,
Beni hep destekleyeceğini bildiğim kardeşime,
Blogumu okuyan akrabalarıma ve köylülerime! (köyümüzün facebook sayfasında paylaşmıştım da bir kere bir yazıyı)
Teyzeme, dayıma, komşu kızına buradan…eheh
Dönüş yolunda bizi misafir eden İnan’a, Gökmen’e, Feyyaz’a, Günışığı’na, Ezgi’ye,
Doğu Ekspresi’ne ve yasak olmasına rağmen Feyyaz’ın annesinin hediye otlu peynirini buzdolabına koyan tren görevlisine,
Yolda karşılaştığım pembe tavşana,
Beni hiç çıkmayan sokaklara çıkarmayan ara sokaklara,
Bana hep benim için asıl olanı gösteren müzelerin, anıtların arkabahçelerine,
Musluktan içilebilen çeşme suyuna,
Cevizleri için bahçedeki ceviz ağacına,
Yaşadığım yeri güzelleştiren eski yaşayanlarına,
Hayastan büyüsünü yaratmama vesile olan Hay’a,
Yerevan’da gördüğüm rüyalara,
Bana ev olduğu için Yerevan’a
teşekkürler. şnorhagalutyun.
(biraz da komik olsun diye burada bu fotoğraf, çiçek festivali günü’nden, tabii dini birşeydi çiçek festivali benim uydurduğum isim)
Murat Dürüm çekmiş.
Ve sonra biz İstanbul ve Ankara’da yeniden buluşup dans ekibimizle gösterimizi oralarda da yaptık. Her defasında farklı oluyor hissi. Herkese göre en iyisi Ankara’dakiydi, bana göre hala en iyisi Yerevan’daki. İlginç değil mi böyle olması? İstanbul’da ilk kez sahnede yaptık, sahnede olunca nasıl oldu bilmiyorum, sahneye pek uygun gelmiyor bana bu performans. Ankara’da ise Mimarlık Amfisi çimleri’nin önünde yaptık performansı, orada oldukça değiştirdik, kimi kısımlarını çıkarıp kimilerini uzattık. Üstelik Odtü Çağdaş Dans Topluluğu’ndan insanları da kattık içine, daha anlamlı olacağını düşünerek. Çünkü bu aslında birbirini tanıma ilişki kurma üzerine bir performanstı. Ama her şey çok son dakikada olduğu için bunu gerçekleştirebilmişiz gibi hissetmiyorum. Aslında ben genel olarak bir şeyi elimden geldiğimin en iyi şekliyle yapmıyorum da oluverdiği haliyle yapıyorum. Filmler de öyle oluyor, çok daha üzerine düşünülüp daha uzun sürelerde kurgulanmış şeyler olabilecekken oluveriyorlar. Sonra dönüp daha güzelini yapacağım diyorum, öyle kalıyorlar. Bir sonra olmuyor o anda ne olduysa öyle kalıveriyor. Bu Ermenistan filmlerini sunarken de daha bitmediğini söyledim, umarım yeni kurguyla dönüş yolunu da içine alacağım tek bir filmde birleştireceğim bir halini de yapacağım. Yeni bir projeye başlama arifesindeyiz, yeterince yerleşik hissedip çalışmaya başlayabileceğim birkaç günüm olursa belki yakında izleriz, yoksa kışı beklememiz gerekecek.
Sona’yla benim iki yıl önce yanlışlıkla kırdığım abajuru tamir ettik Ankara’daki evimizde. Üzerinde Urartu Kraliçesi kabartması varmış. Her şey sembolik olmaya devam ediyor. Sona dedi ki yabancı bir ülkeye geldiğimi öyle hissedeceğimi düşünüyordum, ama burada evimde hissediyorum. Ben de öyle hissediyordum işte, dedim ona. Güzel karşılaşmalar oldu, Vanuhi uçağını kaçırdı ama hala Ankara’da mesela. Önemli olan da bu karşılaşmalar, ilişkilenmelerdi, onların buraya gelmesi, buradakilerle ilişki kurması, buradakilerin onları tanıması, ayrılırken akan gözyaşlarıydı. Dans biraz bahane biraz da sebepti bu projede. Süreç ve ilişkilenmelerdeydi asıl olan. Çok uzun olabilecek çok kısa bir son bu. Hem önemli olan süreç olduğu için çok mükemmel, tam zamanında yazılan bir sona da ihtiyacımız yok öyle değil mi?
Bütün iyi kitapların sonunda,
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır.
diyor Edip Cansever.
Diktiğimiz kiraz yeşillenmiş, meyveler de yoldaymış belki!
Bu da benim yapıverdiğim bitmediğini sandığım film. Birlikte izlemek çok güzel insanlarla, artık internete koymayayım, arasıra gösterimler yapayım diye düşünüyordum aslında, koydum yine de. Bu blogda olmalıydı bu gibi.
VERÇ!
(Yine kendi kendime yeni evimizin ışığıyla oynadığım bir sabah sabah ve rüya defterim jüpiter)